Loraks

loraksDr. Seuss’un kitap kahramanları açıkçası bana pek hitap etmiyor gibi. Ardı ardına beyazperdeye aktarılmalarına rağmen pek de eğlenceli gelmiyorlar. Horton, Grinch ve şimdide Loraks.

Animasyon filmleri yapmak gerçekten zor ve çok zaman alan bir iş fakat artık sevimli karkaterler kullanıp onlara sakarlıklar yaptırarak seyirciyi güldürme alışkanlığından vazgeçmesi gereken bir sektör haline geldi. Sevimli ayıcıklar ya da her neyseler ve şarkı söyleyen balıklar sizi biraz olsun eğlendiriyor ve işlediği konu da aslında gayet güzel ama senaryo çok zayıf kalmış ve pek eğlenmiyorsunuz.

Loraks filminin konusu ağaçların ne kadar önemli oldukları. Ağaçların yapraklarından yeni bir icat yapan ama ne işe yaradığını kimsenin bilmediği bir ürün için tüm ağaçları kesmeye başlarlar ve sonunda hiç ağaç kalmaz. Bir zenginlik sona erer ve ağaçların olmamasını fırsat bilip temiz hava satan başka bir zengin doğar. Bir gün bir çocuk aşık olduğu kızı etkileyebilmek için türleri tükenmiş olan gerçek bir ağacın peşine düşer ve tüm bu olanların sorumlusu olan icadı yapanı bulur. Ondan son kalan fidanı alır ve dikmeye çalışır.

Filmin konusu böyle gidiyor işte. Loraks karakteri ise ağaçlarla konuşan ve ağaçları korumakla görevli gizemli bir yaratık fakat hiçbir gücü yok. Sadece gelip yapma etme diyor ve tüm ağaçlar yok olunca da çekip gidiyor. Pek bir işe yaradığı söylenemez tabi.

Karanlıktan Korkma - Don't Be Afraid of the Dark

Açıkçası korku filmlerini çok seviyorum ve insan Guellermo del Toro ismini duyunca daha güzel bir korku gerilim filmi bekliyor ama Karanlıktan Korkma filmi tam bir hayal kırıklığı.

Sinemaseverler Guellermo del Toro ismini Hellboy serisinden hatırlayacaktır. Kendisi aynı zaman da yönetmenlik ve yapımcılık yapıyor ve birçok kaliteli filmde imzası var fakat bu film hiç olmamış hem de hiç.

Filmin konusu aslında karanlık korkusundan daha çok ünlü diş perisinin kötü olması diyebiliriz. Korkunç yaratıklardan daha çok ufacık maymunlara benzeyen yaratıklar çocukların dişleri ile beslenirler ve yaşadıkları eve yeni bir çocuk gelince tekrardan harekete geçerler. Tabi söz konusu çocuk olunca hiç kimse ona inanmaz ve psikolojisi bozulmuş muamelesi gösterirler. Gerçeğin farkına vardıklarında ise her şey için çok geç olur.

Filmin başından sonuna kadar acaba korkutucu bir şey olacak mı diye bekledim. Daha sonra boşuna beklediğim farkına vardım ve acaba şaşırtıcı bir şey olacak mı diye beklemeye kadar verdim. Sonunda oldu ama filmin sonunun sonunda oldu. Sonundaki konuşmayı duyunca kendi kendinize nasıl yani diye soruyorsunuz o kadar.

Pamuk Prenses-in Maceraları: Ayna Ayna Söyle Bana - Mirror Mirror

Pamuk Prenses’in Maceraları: Ayna Ayna Söyle Bana
Hollywood’da şuan yeni moda klasik masalları alıp farklı bir şekilde sunmak. Bunlardan son zamanlardaki en ünlüleri animasyon filmi olarak çekilen Kırmızı Başlıklı Kız Kötülere Karşı ve yine Kırmızı Başlıklı Kız korku filmi versiyonu.

Bunlardan sonuncusu da Pamuk Prenses’in Maceraları: Ayna Ayna Söyle Bana filmi. Kadrosunda Julia Roberts gibi usta bir ismi bulunduran filmin diğer oyuncuları Pamuk Prenses rolünde Lily Collins, prens rolünde Armie Hammer ve vezir rolünde Nathan Lane. Yedi Cüceler rollerinde ise özellikle Jordan Prentice, Danny Woodburn, Martin Klebba dikkat çekiyor.

Filmde Pamuk Prenses hikayesi komik bir dille anlatılmak istemiz fakat espriler gerçekten çok kötü. Film boyunca neredeyse doğru düzgün hiç gülmüyorsunuz ve pekte eğlendiğiniz söylenemez.

Kraliçe mali krizden kurtulmak için krallığı ziyaret eden prens ile evlenmek ister fakat prens gönlünü pamuk prensese kaptırır. Bunun üzerine kraliçe vezirinden pamuk prensesi öldürmesini ister ama tabi adam bunu yapamaz ve öldüğünü söyleyip prensesin bağırsağını, dalağını hatta sosis halini getirir.

Pamuk Prenses yedi cüceler ile tanışır ve onlar sayesinde savaşmayı öğrenir. Bu sırada büyülenmiş olan prensin kraliçe ile evleneceğini duyunca düğünü basar ve prensi kaçırır. Büyülenmiş olan prensi kurtarmanın tek yolu pamuk prensesin onu öpmesidir. Tabi sonra pamuk prenses ile kraliçe arasında bir savaş başlar.

Film böyle devam ediyor. Klasik hikayenin zıtlarını yapmaya çalışmışlar ama senaryoda pek başarılı olamamışlar. Zaten birçok sinema eleştirmeninden de olumsuz not aldı ve gişede de tam bir hayal kırıklığına uğradı.

Gizemli Adaya Yolculuk - Journey 2: The Mysterious Island

Gizemli Adaya Yolculuk Jules Verne’nin maceraları kaldığı yerden devam ediyor ve Dünyanın Merkezine Yolculuk filminden sonra serinin ikinci filmi olan Gizemli Adaya Yolculuk da bizi yine gizemli bir maceranın içine sokuyor.

Serinin ikinci filminde Josh Hutcherson dışında herşey değişmiş. Farklı bir yönetmen, farklı senaristler ve farklı bir oyuncu kadrosu. Filmin başrolünde Brendan Fraser’ın yerini Dwayne Johnson almış. Sempatik oyuncu Luis Guzman ise yeniler arasında en dikkat çekeni. Michael Caine’i de Batman serisinden sonra görmek güzel.

Sean aldığı şifreli mesajları yeni üvey babası yardımı ile çözer ve ona yakınlaşmak için bahane arayan üvey babasını kandırarak gizemli bir adayı bulmak için yola koyulur. Bir fırtınaya kapılırlar ve kendilerini aniden aradıkları adada bulurlar. Burada en göze çarpan şey gerçek dünyada dev olanlar burada ufacık olmaları, ufak olanlarında dev gibi olmaları.

Kahramanlarımız başlarını derde sokmakta fazla gecikmezler fakat imdatlarına büyük baba yetişir. Onlara adanın ne kadar güzel olduğunu ve kayıp şehir Atlantis’i bulduğunu gösterir fakat çok büyük bir sorunları vardır. Ada batmaktır ve kısa sürede onu terk etmezlerse onlarda okyanusun ortasında kalacakladır.

Filmde daha fazla görsel efekt bekliyordum fakat beklediğimden daha az sahne vardı. Serinin ikinci filminde herhangi bir yenilikte göremedim. Dwayne Johnson’un esprileri dışında da eğlenceli bir tarafı yoktu. Yine de izlemeye değer bir sinema filmi ama beklentinizi yüksek tutmayın.

Düşmanı Korurken - Safe House

Dünyaca ünlü film yapımcısı Universal fazla tecrübesi olmayan genç bir yönetmen ve genç bir senariste güvenerek ne kadar doğru bir iş yaptığını çok iyi gösteriyor. Böyle bir ekibe güvenerek 80 milyon dolardan fazla bütçe ayırmak pek olacak iş değildir.

Filmin yönetmeni olan Daniel Espinosa ile senaristi David Guggenheim’i bundan dolayı kutlamak gerek. Ama Denzel Washington ile Ryan Reynolds’un oyunculuklarından da bahsetmek gerekiyor. Her ikisi de mükemmel iş çıkartmış. Yanlarında Vera Farmiga, Brendan Gleeson ve Sam Shepard gibi usta isimlerde var. Robert Patrick’in çok kısa süre alması ise filmin kötü tarafı bence.

Yaptığı işten tiksinen ve bu yüzden CIA’in en iyisi iken işi bırakıp yasa dışı olarak bilgi satan ajan Tobin Frost Güney Afrika’da yine iş üstünde iken saldırıya uğrar ve kaçış olarak Amerikan büyükelçiliğine sığınır. Nedensiz olarak kendilerine gelen böylesi tehlikeli birinin amacını anlayamayan CIA onu sorgulamak için güvenli bir eve taşırlar fakat sorgu sırasında güvenli ev de saldırıya uğrar ve Matt Weston dışında herkes ölür.

Matt Weston aslında tam bir CIA ajanı değildir ve mesleği güvenli evin çalışanı olmasıdır. Bir anda elinde Tobin Frost gibi birini bulunca hayatının en büyük tecrübesini edinecektir. Öyle ki Tobin Frost tam bir ikna ve beyin yıkama uzmanıdır ve etrafındaki herkesin zihnine girmekte ustadır. Tabi böyle olunca Tobin Frost Matt Weston’un elinde pek uzun süre kalmayacaktır ve kendini kanıtlamak isteyen acemi CIA çalışanı da Tobin Frost’un peşini bırakmaz.

Filmin bundan sonrası kovalamaca ve aksiyon bolluğu ile devam ediyor. Frost’un peşindekilerin CIA’in üst düzey yöneticisi olması, dahası Frost’u bulmaya çalışanlarında CIA olması olayları iyice karmaşık hale getiriyor. Sonunda CIA içindeki casusun kim olduğunu öğreniyorsunuz ama pek de mutlu son ile bitmiyor. Aslında filmin tek kötü tarafı zaten filmin sonu. Biraz daha iyi bir son hazırlanabilirdi fakat zaten yeni senaristlerin yaptığı en büyük hata filmin sonunu yapamamaları. Frost’un tüm film boyunca usta gibi gösterip filmin sonunda acemi hatası yapması pek mantıklı olmuyor.

Düşmanı Korurken ajanlık, aksiyon ve kovalamaca filmlerini sevenler için güzel bir film. Film boyunca sıkılmıyorsunuz ve filmin sonuna kadar merak içinde izliyorsunuz.